Kentsel dönüşümde 'imar alanları ve riski bölgeler' ayrıntısı
Kentsel dönüşüm, son zamanlarda sıklıkla oluşan depremler nedeniyle yeniden gündemimizde. İstanbul en riskli bölgelerden. İstanbul'da yapılacak kentsel dönüşümde yeni planlamalar yapılmalı.
İstanbul, sadece konut dokusunun eskimiş olması sebebiyle değil aynı zamanda tüm boş alanların bir beton yığınına dönmüş olmasından dolayı da yaşam açısından risk alanı olarak belirtiliyor.
BirGün Gazetesi köşe yazarı Şükrü Aslan, bugünkü köşesinde kentsel dönüşümü kaleme aldı.
İşte Şükrü Aslan'ın 'Riskli alanlardan riskli şehirlere: İstanbul’da kentsel dönüşüm' başlıklı yazısı...
Kentsel dönüşüm, son zamanlarda sıklıkla oluşan depremler nedeniyle yeniden gündemimizde. Tabii ki en başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerde.
İstanbul’da kentsel dönüşümü risk olgusuyla ilişkili ele almak görece yeni bir durumdur ve tam da bu sebeple kentsel dönüşüme dair 15-20 yıl öncekinden farklı bir tartışma yapmamızı gerektiriyor. Sosyologlar başta olmak üzere pek çok disiplinden akademisyen önceden kentsel dönüşümü gecekondu olgusuyla ve dolayısıyla mekânsal-toplumsal ayrışmayla ilgili olarak ele alıyorduk. Bu tabii ki haklıydı ama bugün kentsel dönüşüm dinamiklerinin değiştiği ve çeşitlendiği başka bir durumla karşı karşıyayız.
Bugüne kadar izlenen/uygulanan ranta dayalı politikalar yüzünden şehirdeki riskli alanlardan şehrin yaşanamaz hale gelmesi demek olan riskli kente geçmiş bulunuyoruz. Giresun’da sel felaketinde görüldüğü gibi durum tam olarak budur. İstanbul, sadece konut dokusunun eskimiş olması nedeniyle değil aynı zamanda tüm boş alanların bir beton yığınına dönmüş olmasından dolayı da yaşam açısından risk alanıdır. Aşırı yapılaşma şehirde nefes almayı zorlaştırmıştır. İstanbul bir göç kenti olduğu halde 700 bin konut bugün boş durumdadır.
Bu şehirde yaşayanlar ve şehir üzerine çalışanlar olarak biliyoruz ki İstanbul özellikle 1990’lı yılların ikinci yarısından başlamak üzere vahşi bir rant politikasının kurbanı oldu ve kentsel dönüşüm de bu vahşiliğin meşrulaştırıcı aracı oldu. Artık aynı yoldan yürümemek ve buradan dönmek zorunluluktur. Bunun da birkaç temel yolu bulunuyor.
Birincisi, kamusal zorunluluklar hariç, kentin henüz boş kalabilmiş alanlarını imara açmamak; bu yönde bir irade beyanı yapmaktır. Hatta daha önce türlü imar hileleriyle el konulmuş deprem toplanma alanlarını işgal eden kişi/kurumlara karşı hukuk yoluna başvurmak; bu alanları eski mülkiyet ve fonksiyonlarına kavuşturmaktır.
İkincisi, eskimiş konut dokusu nedeniyle riskli olarak belirlenmiş sokak, mahalle ve ilçelerde, kentsel dönüşümü rant üretim yoluyla değil, konut yenileme amacını esas alan biçimiyle gerçekleştirmektir. Şimdiye dek ilgili herkesin kazandığı fakat kentin kaybettiği bir kentsel dönüşüm yolu izlendi. Şimdi ise imar yoğunluklarını arttırarak özellikle müteahhitler olmak üzere herkesi memnun etmek yerine, asıl olan riskli tüm yapıları, ilave imar hakları vermeden yenilemektir. Böylece yapılı alanlarda emlak üzerinden rant üretimi ve paylaşımı olmayacaktır.
Bu şehir kat karşılığı inşaat kötü deneyimini artık daha fazla taşıyamaz, taşımamalıdır. Konut sahipleri, konutunu yenilerken kendi imkanları ile kamusal destekleri birleştirecek ve bir verip iki almak gibi bir rant hesabı yapmayacaklardır.
Bu adımlarla müteahhit, konut sahibi, arsa sahibi gibi kesimlerin çok kazandığı ama ağır yükü taşıyamadığı için kentin ve dolayısıyla herkesin kaybettiği bir durumdan, herkesin makul seviyede kazandığı ve kentin ölümden kurtulduğu bir aşamaya geçilebilecektir. Böylece İstanbul, Mücella Yapıcı’nın yıllar önce söylediği gibi artık dayandığı eşiklerden dönebilecek, altında ezildiği yükten adım adım kurtularak nefes almaya başlayabilecektir.
Bu yaklaşım yıllardır tartışılan İstanbul’a göç meselesinin de anahtar çözümü niteliğindedir. Çünkü İstanbul’a göç, 1990’lı yıllarda önerildiği üzere vize vb. önlemlerle durdurulamaz ve engellenemez. Ama konut stoku yeni imar haklarıyla genişlemedikçe, nüfus hareketleri verili alan içinde dönecektir ve bu da nüfusu stabilize etme imkânını bir ölçüde sağlayacaktır.
Bu yaklaşım aynı zamanda Kanal İstanbul tartışmalarına sosyolojik pencereden bakıldığında neden hayır denilmesi gerektiğini de yeterince açıklamaktadır. Zira kanal İstanbul, bu kente yeni konut alanları ve dolayısıyla milyonlarca yeni bir nüfus taşıyacak bir projedir. Üçüncü köprüden sonra bu adım İstanbul’un tümüyle nefessiz kaynaksız kalması demektir.
Bugün İBB’yi bu bilinçte olan bir ekip yönetmektedir ve bu hem kent için bir şanstır hem de adil ve acil dönüşüm beklentisini arttırmaktadır.